10 Ağustos 2009 Pazartesi

Politiki Kouzina/Bir Tutam Baharat


Daha önce Kanal D'de dublaj izlediğim filmi bir de orjinalinden izleyeyim dedim. Yoktan yere, can sıkıntısına...Hikayesinden mi yoksa orjinalinden izleyişimden midir bilmem, bütün film boyunca ağlamaktan içim çıktı. Özellikle de Fanis'in çocuk olduğu dönemlerde...

Biraz ırkçılık gibi olacak ama Yunan filmi olduğu belli oluyor:) Alttan alttan bir giydirme durumu söz konusu. Ha biz ne kadar suçluyuz onlar ne kadar haklı bu tarihi konularda bilemeyeceğim, ben tarihçi değilim en nihayetinde. Yalnız iki kültür bu kadar çok benzeşmekten anlaşamıyorlar bence. İnsan kıskandığı zaman, paylaşmak zorunda kaldığı zaman niyeyse en çok kardeşine acımıyor. Daha doğrusu nereden acıtacağını bildiği için en çok onu acıtıyor. Hikayede biraz buna dayanıyor aslında. İki kardeşin kıskançlık krizinde birbirinin canını yakması..."O benim!" diye atladıkları şeyin aslında ortak kullanmayı öğrenmeleri gereken bir şey olduğunu kimse söylememiş bunlara. Anneleri zamanında terbiye öğretmemiş ikisine de:) Şakası bir yana Yunan ve Türk ahalisi birbirini reddetseler de kardeşler. Aynı evde büyümüş, aynı yemekleri yemiş, yeri gelmiş aynı şarkıları söylemiş, aynı odaları paylaşmış ve vakt-i zamanında İstanbul isimli bir kıza tutulmuş iki tane kardeş... Kim, birbirini nereden acıtabilirse oradan vuruyor işte. Filmin hikayesi de bir yerden buna yanaşıyor.

Fanis, 1961'de sınırdışı edilmiş İstanbullu Rum bir aileden gelme ünlü bir astronom. Görünürde hikaye onunla başlıyor, ama asıl hikaye 1959 yılında, İstanbul'da bir baharatçı dükkanında başlıyor. Fanis'in dedesi baharatçı. Hayatı baharatlarla tarif eden, astronomiyi gastronomi kelimesinin içinde bulan, diplomatın sarımsak koklayışından siyasi gidişatı anlayan bilge bir adam...(O değil de geçenlerde filmin yönetmeni Büyükada'ya geldi bir vesileyle, ben röportaj olarak patronuma önerdim ve kendisi her zamanki gibi beni sallamadı. Halbuki eski İstanbul'dan konuşmak süper olabilirdi.Bak sinirlendim şimdi.)Film boyunca ben de böyle bir dede istiyorum diyebileceğiniz biri kısaca. Hayatı gösterişiyle torununun hayatına da yön veriyor. 1961 yılında Türkiye-Yunanistan gerginliği halka çok fena yansıyor ve Yunanistan vatandaşı olanların oturma tezkireleri yenilenmiyor ve sınırdışı ediliyorlar. Yunan vatandaşı olanların arasında Fanis'in babası da var. Böylece Fanis, dedesini, çocukluk aşkı Saime'yi, baharatçı dükkanını ve İstanbul'u geride bırakıp Yunanistan'a gitmek zorunda kalıyor. Yunanistan'a uyum süreci, çocukluk aşkı ve dedesine özlemini giderebileceği mutfak aşkı ve büyüme sancıları arasında yıllar geçiyor. Bu arada vaat etmesine rağmen dede Yunanistan'a hiç gelmiyor. Onlarca kez milleti geliyorum diye tutuşturmasına rağmen İstanbul'u bırakamıyor. Sonraki yıllarda dede hastalanıyor, Fanis İstanbul'a gitmek durumunda kalıyor, eski aşkı Saime'yi buluyor(tabii o da bu arada askeri doktor Tamer Karadağlı ile evlenmiş:)), Fanis İstanbul'da kalmaya karar veriyor(Çok acıklı bir konu özeti geçtim değil mi?)

Filmin en büyük hatası Türkçelere hiç özenilmemiş(Algıda seçicilik sanırım bu:)). Tamam Yunan filmi en nihayetinde ama insan biraz özenselermiş diyor. Ama bazı yerlerde, bazı işlerin ancak Türkçe olarak keyifle yapılabileceğini anladım, küfretmek gibi:) Fanis'in babasının bir yerde "siktiğimin düdüklüsü" diyişi var, koparttı beni. Yabancı bir dilde bu kadar keyifle yapılabilecepini düşünmüyorum bu işin. En azından İngilizce biliyorum az buz, orada bu kadar keyifli değil:)

Bir de gereksiz üç boyutlu animasyonlar içinde kıvranıyor film. Keşke adam gibi İstanbul'a yerleşip çekim yapsalarmış iyi olurmuş. İstanbul'u dünyanın en güzel şehri ilan edip doğru düzgün İstanbul göstermiyorlar.

Çok güldüren yerleri oldu, çok ağlatan yerleri oldu filmin. Ama filmin neden ağlattığını daha iyi anlıyorum. Filmin müziklerinin tek başına da ağlatabilirliği olduğunu şu yazıyı yazarken keşfettim. Müzikleri Evantihia Reboutsika yapmış, daha tanıdık gelmesi açısından Babam ve Oğlum'un ve Ulak'ın da müziklerini yapan kişi olur kendileri. Yabancı değil yani komşi:)

Ay ne bileyim kurcalasam söyleyecek şey bulurum ama çok uzun yazıyorum be anacım. Tutamıyorum kendimi. Dur bakalım kıyıya köşeye bir adet müzikçalar eklemeyi başarabilirsem bunun müziklerini de ekleyeceğim.

Benim de böyle dedem olsun diyenlere buradan selam eder, gözlerinden öper ve üşenmeden oturur filmden replik yazarım:

-Ben anlatacağım. Sen tadına bakacak ve söyleyeceksin. (Karabiber koyar) Biber; sıcaktır ve yakar.
-(Çocuk tadına bakar)Güneş
-Güneş neyi görür?
-Her şeyi...
-İşte bu yüzden biber bütün yemeklere yakışır.
-Sırada Merkür var. (Kırmızı biber koyar)Orası çok sıcaktır. Sonra da Venüs...
-(Çocuk konulan baharatın tadına bakar)Tarçın
-Venüs tüm kadınların en güzeliydi. Bu yüzden tarçın hem acıdır hem tatlı. Bütün kadınlar gibi...
-Şimdi sırada Dünya var. Dünyanın üzerinde ne var?
-Dünyanın üzerinde yaşam var.
-Bu dünyadaki iyi ya da kötü herkes bir şekilde yaşıyor. Peki yaşamımız için ne gerekli?
-Yiyecek
-Yemeği daha lezzetli ne yapar?
-Tuz
-Yaşamımızın da yemek gibi tuza ihtiyacı vardır. Hem yemeğe hem yaşama lezzetini tuz verir.

1 yorum:

  1. Zavallı dede giderse bir daha dönemeyeceğini düşünüyor :( Yani yorumunu çok beğendim. Özellikle ortak kullanamamız gereken şeyler konusu. Katılıyorum sana. Film daha güzel olabilirdi bence. Çok üstünden geçmişler. Hani giydirmişler hafiften diyorsun doğrudur ama o bile hafif. Ne bileyim 6 veririm ben bu filme. O da Türk-Yunan ilişkilerini anlattığı için :))

    YanıtlaSil