24 Ekim 2009 Cumartesi

La Dolce Vita/Tatlı Hayat


Önce bundan başlamazsam rahat edemem a dostlar! Sağ olsun pek bir zamanımı katletti. Yine böyle bir gün, "bir pazarım var, ne etsem de berbat etmesem" kaşıntısı altında oturup film izleyeyim dedim. Tabii ziptirik film izlemeyeceğim, pazar gününü dolduruyoruz boru mu? Fellini hiç izlememiştim, hadi Fellini izleyeyim dedim. Her şey sanat için! Hay demez olaydım, bitmedi o film. Zaten bir kaç parça halinde seyrettim. İtalyan sinemasının ilk 3 saatlik filmiymiş zira. Şu kadarını söyleyeyim ben mi havamda değildim, o film mi bir günde bitmeyecek bir filmdi bilmiyorum; ama bir günde bitmedi. Filmde ne olduğunu, ne anlatmak istediğini ne zaman kavradın dersen, son 1 saatte "heeeee" sesi çıkmaya başladı benden. Tabii hakkında o kadar şey okuduktan sonra çıkmasa aptal gibi hissederdim kendimi.

Hani okumasam filmin neyi "sembolize" ettiğini hayatta anlamazmışım. Bir şey okumadan filmi izleseydim benden şu yorumu okuyacaktınız "Ulan filmde bi gazeteci var, bi de paparazzo diye bir yaka silktiren fotoğrafçı var-herhalde ismini paparazzilere gönderme olsun diye koymuşlar- habire sürtüp duruyorlar. Bu gazetecinin bunalım bir nişanlısı var, ya yemek düşünüyor ya evlilik. Adam da huylu bir şey, elden geçirmedik kadın bırakmıyor film boyunca. Filmin akışı çok bütün desen o da değil. Film boyunca birileri ya seks yapıyor ya striptiz. yani ben kavrayamadım niye bu adam 3 saat yapmış bu filmi?" Amaaaaa... Aması var işte, meğer film hiç böyle değilmiş.

Buyrun buradan yakın, hızlandırılmış la dolce vita kursu:

Bir kere sinema ilmi, tarih ilminden pek farksız değilmiş; kendi içinde değerlendirilmeliymiş. Zira la dolce vita bir 60'lar eleştirisi olarak karşımızda durmakta... Sağa giydiriyor, sola giydiriyor, yetmiyor ahlak öğretiyor. Orta sınıf bir taşra ailesinden gelen ama mensubu olmadığı halde kendini bir şekilde sosyetenin içinde bulan ve kimliğini kaybetmiş, çürümüş, yozlaşmış bir gazeteci(gerçi gazetecilerin çoğu yozlaşmış be anacım- sizi temin ederim içerden bilgi) olan Marcello baş karakterimiz ki zamanın İtalyasındaki sosyal çürümüşlüğü temsil ediyor. Adamda kimlik oturmamış zati, kaybetmesi de bu yüzden... Baba figürü özlemi içinde yaşıyor, çünkü babası o büyürken sürtmekle meşgulmüş; biraz da onun izinden gidiyor, işin psikanalatik bir tarafı var yani... Her neyse temelde bir medya ve toplum eleştirisi var. Televizyonların ilk zamanları, görünen hemen her şey kurgu... Marcello etrafında yozlaşmakta olan hayatla büyük bir uyum içinde yozlaşmakta, nişanlısı bu yozlaşmaya anlam verememekte... Zaten nişanlı, Marcellonun takıldığı kadınlara bakınca çok farklı; çok anne gibi... Marcello'ya zorla yımırta yi, kaaave iç, yok ravioli pişerem mi tadında takılıyor. Olmadı, ilgisizlikten filan çok sıkılırsa intihar teşebbüsünde bulumuyor. Marcello'da dışarıda nerede şuh kadın onu buluyor. Arada bir hatunu kıskançlık krizine sokuyor, sokmakta haklı zira o kadınlarla gidip yatıyor...

Marcello'nun yaşamından kesitler yedi gün, yedi gece ve Roma'nın yedi tepesinde çekiliyor. Filmde temelde yedi ölümcül günahın üstüne oturtulmuş zaten. Ama hangisini anladın diye sorarsanız şehveti anlamamak mümkün değil, başrolde olan Anita Ekberg değil Anita Ekberg'in memeleri. Memeleriyle Roma şehir turu yaptırıyor, gidiyor Trevi çeşmesinin içine atlıyor filan... Öfkeye örnek belki Marcello'nun nişanlısı Emma'ya gösterdiği tavır gösterilebilir, kadın onun yanında olduğu için kadın suçluymuş gibi davranıyor çoğunlukla... Kıskançlık da Emma'nın Marcello'ya gösterdiğinde gizli olabilir(Resmen zorluyorum burada bulmak için yalnız). Tembellik desen zaten filmin adı La Dolce Vita, tatlı hayat yani... Çalışmadan gününü gün ediyor Marcello. Açgözlülük ve kendini beğenmişlik, yine ve yine Marcello'ya ithaf edilebilir; daha çok kadın ve daha çok kadın isterken yanında olan kadını, hayatını vs. kendine yakıştıramıyor bir türlü... Ama oburluğu bulamadım. Şu son günah çözümlemesi bizzat bana ait olduğundan yanlış yapmış da olabilirim. Her neyse izleyin yorumuzu bekliyorum anacım, aydınlatın beni. Ben bu filmi çok anladığımı söylesem kıçımdan sallamış olurum.

En sonunu söylüyorum haberiniz olsun: Filmin sonunda Marcello bütün saflığını yitirir. Saf ve temiz bir kızcağızın-filmin bir yerinde tanışıyorlar-el sallaması ve Marcello'nun bu el sallamayı sallamamasıyla bitiyor film. Masumiyetin vedasıymış o... Ama o son bir saatte hakikaten Marcello'nun nasıl masumiyetini kaybettiğini, kimliksizliğinin farkedilmeyeceği yozlaşmış tatlı hayatı seçmesini; bağlılık, sadakat, güven, huzur gibi kavramlardan neden vazgeçtiğini adım adım anlıyorsunuz. Yanında nadir insani hallerini gördüğümüz kadın Emma'dan vazgeçiyor mesela. Film şahane filan değil bence, ama "heee" dediğim nokta burasıydı işte. Hani sembolize ettikleri bir yana, en azından Marcello'nun içinde bulunduğu durum filmin sonunda kavranabilir hale getiriliyor. Aslında bakıyorsunuz ki adamın adamlıktan çıkmasının, kendi bokunda boğulmasının sebepleri var. Ben acımadım ama filmin sonunda adama. Biraz da kendi dirayetsiziğinden o yola girdi çünkü.

Başrolde Roma var, ötesi yalan:) Marcello Mastroianni, Marcello rolünde iyi oynuyor. İnsansı hallerini ve dürtüsel yaşayan yaratıksal hallerini çok belirgin bir biçimde yansıtıyor. Anita Ekberg oynamıyor pek zaten dediğim gibi... Emma'yı oynayan Yvonne Furneaux, abartılı bence ya da Emma'yı Fellini bu kadar dramatik kılmayı tercih etmiş. Müzikler berbat bu arada, film boyunca çalan bir fon müziği var ve filmin sonunda nefret ettim kendisinden.

Ha bu arada ilginç bir anektod, yazmayı unuyordum az kalsın: Yazının başında söylediğim paparazzo isimli fotoğrafçı var ya; paparazzi kelimesi bu filmden geliyormuş. Bu filmden sonra paparazzo kılıklı, yaka silktiren fotoğrafçı arkadaşlara paparazzi denmeye başlamış.

1 yorum:

  1. bu filmi cidden merak ettim. hani çok da övmemişsin ama merak ettim valla ben. bir de her zamanki gibi güzel anlatmışsın gulüm :) allah da seni güldürsün.

    YanıtlaSil